19 Nisan 2008 Cumartesi

Ermeni sorunu

"Ermeni Sorunu Gerçeği " Konferansı
Prof.Dr. Justin McCarthy'nin konuşması

Amerikalı Profesör Justin Mc Carthy tarafından sunulan

“ERMENİ SORUNU GERÇEĞİ”

KONULU KONFERANS

Yer: Türkiye Büyük Millet Meclisi

Tarih: 24 Mart 2005

Açılma Saati: 11.00

---------o----------

SUNUCU – Sayın Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanım, Anamuhalefet Partisinin Sayın Genel Başkanı, sayın bakanlar, sayın milletvekilleri, değerli konuklar ve basın mensupları; Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığınca düzenlenen “Ermeni Sorunu Gerçeği” konulu Konferansımıza hoşgeldiniz.

Değerli konuklar, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal’ı, konuşmalarını yapmak üzere kürsüye arz ederim.

Buyurun efendim. (Alkışlar)

CHP GENEL BAŞKANI DENİZ BAYKAL – Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Sayın Bülent Arınç, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Sayın Abdullah Gül, Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin, Adalet Bakanı Sayın Cemil Çiçek, Devlet Bakanı Sayın Mehmet Aydın, Millî Savunma Bakanı Sayın Vecdi Gönül, sayın milletvekilleri, sayın bakanlar, sayın büyükelçiler ve kordiplomatik temsilcileri, sayın generaller, sayın basın mensupları, değerli konuklar; Prof. Sayın Justin Mc Carthy’nin vereceği, “Ermeni Sorununun Gerçek Yüzü” konulu Konferansı dinlemek üzere burada toplanmış bulunuyoruz.

Sayın Mc Carthy, Konferans davetiyesinde yer alan kısa özgeçmişinden de görüleceği üzere, bir tarihçi olarak bu konuda uluslararası alanda uzmanlığını bilimsel eserler vererek kanıtlamış ve ün yapmış bir kişidir. Demografi alanında uzmanlığı da eserlerine özel bir nitelik kazandırmaktadır. Bu bakımdan, kendisini Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında aramızda görmekten son derece mutlu olduğumuzu belirtmek ve hoş geldiniz demek istiyorum.

Eminim Sayın Mc Carthy’nin vereceği konferans, ülkemizin yakın tarihi açısından gayet aydınlatıcı olacak ve ülkemizin karşı karşıya kaldığı suçlamaların asılsızlık ve mesnetsizliğini bilimsel şekilde ortaya koyacaktır. Ben bu münasebetle, iktidar ve muhalefetin el ele vererek başlattıkları tarihî bir projeden söz etmek istiyorum.

Başbakan Sayın Tayyip Erdoğan ile kısa bir süre önce yaptığımız etraflı bir görüşme sonucunda, soykırım iddialarının yanlışlığını ve asılsızlığını ortaya koymak ve tarihî gerçeklerin bilimsel bir çalışmayla ortaya çıkarılmasını sağlamak amacıyla birbirini tamamlayan iki temel girişimden oluşan bir proje üzerinde mutabık kaldık. Birinci girişim, Türkiye'nin tarihiyle yüzleşmekten hiçbir korku ve endişesi olmadığını ortaya koymayı ve tarihin Türkiye için bir yük olmaktan ve ülkemize karşı siyasî malzeme olarak kullanılmaktan çıkarılmasını hedeflemektedir. Bu amaçla, Türkiye şöyle bir öneri ileri sürmektedir:

1-Türkiye ve Ermenistan, kendi tarihçilerinden oluşacak bir ortak komite kuracaklardır.

2-Taraflar, arşivlerini açacakları hususunda teminat vereceklerdir. Sorunun tüm yönleriyle aydınlığa kavuşturulması için sadece Türkiye ve Ermenistan arşivlerinin incelenmesi yeterli olmayabilir. Bu bakımdan, Rus, Alman, Avusturya, Fransız, Amerika Birleşik Devletleri arşivleri ile Boston’daki Zoryan Enstitüsündeki arşivlerin de inceleme kapsamına alınması gerekmektedir.

3-Çalışmaların tam bir bilimsel ciddiyet ve düzen içinde yapılmasını ve zabıtların tutulmasını sağlamak amacıyla bir tür noter görevi yapacak tarafsız, nötr bir mekanizmaya ihtiyaç olabilir. Taraflar, beraberce bu tür bir mekanizma üzerinde karar kılacaklar ve bunu oluşturacaklardır. Örneğin, bu konuda UNESCO’dan ya da başka bir uluslararası kuruluştan yardım istenebilir.

Tabiatıyla bu girişimin uygulanabilmesi için, Ermenistan’ın işbirliği şarttır. Ermenistan, kendi tarihiyle yüzleşmekten korkmuyorsa ve iddialarının gerçek olduğuna inanıyorsa, iki ülke tarihçilerinin bir araya gelmesine, geçerli belgelerin beraberce saptanmasına ve bu belgelerle ortak bir tarih değerlendirilmesinin yapılmasına itiraz etmemesi gerekir. Ermenistan yöneticilerinin Türkiye'nin bu önerisini değerlendirirken, esasta bunun bir barış girişimi olduğunu ciddiyetle dikkate almaları gerekir.

Evet, Türkiye'nin bu önerisinin temel bir misyonu da, asırlarca iç içe, barış içinde yaşamış ve şimdi birbirine komşu iki devlet kurmuş iki ulusu barıştırmak ve ortak bir gelecek inşa etmelerine imkân verecek ortamı yaratmaktır. Ancak, her iki tarafın da kendi tezleri lehindeki kemikleşmiş kanaatlerini değiştirip tarihe ortak bir perspektiften bakmaları sağlanamazsa, olumlu bir ortam yaratılamaz. Böyle olunca da, iki ulusun ruhunda açılan yara hiçbir zaman kapanamaz. Eğer Ermenistan Türkiye ile iyi komşuluk ilişkileri kurmak ve işbirliği zeminini geliştirmek istiyorsa, Türkiye'nin ortak tarih değerlendirilmesi önerisini kabul etmelidir. İyi niyetli, sağduyulu ve dünya barış ve istikrarına katkıda bulunmak isteyen her ülkenin ve her devlet adamının da Türkiye'nin bu önerisini desteklemesi gerekir.

Evet, ahlakî etik ve objektif nesnel bir yaklaşım bunu gerektirir. Bu bakımdan biz, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin düzelmesini içtenlikle isteyen, Kafkaslar bölgesinde barış ve istikrarın filizlenmesini arzu eden devletlerin de Türkiye'nin bu girişimine destek vermelerini ve bu girişimi zayıflatacak faaliyet ve kararlardan vazgeçmelerini bekliyoruz.

Sayın Başbakanla üstünde mutabık kaldığımız projenin içerdiği ikinci girişim de, soykırım iddiasına dayanak olarak gösterilen propaganda malzemesinin bu niteliğinin dünya kamuoyuna açıklanmasıdır. Bu girişime esas adı “Osmanlı İmparatorluğunda Ermenilere Uygulanan Muamele: 1915-1916” olan ve aynı zamanda Mavi Kitap olarak da atıfta bulunulan bir kitapla başlıyoruz. Bu kitap, Birinci Dünya Savaşı sırasındaki tüm vahşet propagandası etkinlikleri gibi, uydurma ve yarı uydurma veya tarafgir rapor ve algılamalar üzerine bina edilmiş bir aldatmacadır. Bu kitabın bir propaganda malzemesi olduğu, bugün artık en ufak bir kuşkuya dahi mahal vermeyecek şekilde belli olmuştur. Buna rağmen, Mavi Kitap’ın tahripkâr ve habis etkileri bugün hâlâ devam etmekte ve Ermeni tezlerini destekleyenler tarafından uluslararası medyanın, siyaset adamlarının, fikir önderlerinin, bilim adamlarının aldatılarak Türkiye'ye karşı kin ve nefret duygularının yayılmasında etken olmaktadır. Belki, bir savaş ortamında, savaş koşulları içinde makul karşılanabilecek olan bir propaganda faaliyetinin insanlığın geleceğine böylesine düşmanlık tohumları eken bir eser haline dönüşmüş olmasını artık kabul etmek imkânı kalmamıştır. Wellington House diye de anılan bir mekânda faaliyetlerini yürüten İngiliz Savaş ve Propaganda Bürosu tarafından hazırlanan Mavi Kitap, 1916’da İngiliz Parlamentosunun onayıyla basılıp dağıtılmıştır. Bu bakımdan, Türkiye Büyük Millet Meclisinin geleneksel dostluk ve ittifak ilişkileri içinde olduğumuz İngiltere’nin Parlamentosuna bu konuda bir mektupla başvurmasının isabetli olacağı düşünülmüştür. Bu konuda hazırladığımız mektup taslağını Sayın Başbakana verdik. Hükümet halen bu taslak üzerinde çalışmaktadır. Önümüzdeki hafta Hükümetin onayladığı metin Meclisimize sunulacaktır umudunu koruyoruz.

Ortak projemiz çerçevesinde bunu takiben, başka adımlar da atılacaktır. Sözünü etmiş olduğum ortak projeye ilaveten, Türkiye'nin bu konuda uzun vadeli bir devlet stratejisi geliştirmesinin zorunlu olduğuna da burada işaret etmek isterim. Karşı karşıya kaldığımız sorun, kamuoyu oluşturulması, siyaset ve hukuk boyutları bulunan ve kökü tarihin derinliklerinde yatan devasa bir meseledir. Bu itibarla oluşturulacak strateji, bu 4 boyutu da kapsayacak ve bunların birbirleri üzerindeki etkileşimlerini dikkate alacak nitelikte olacaktır. Strateji ortaya çıkarıldıktan sonra da uygulanması için gerekli yapılanmaya gidilmesi gerekecektir. Bunlar yapılmadığı takdirde başlattığımız bu ortak girişin canlı tutulması ve uzun vadede etkin olması sağlanamaz. Biz bu hususlarda Hükümete her türlü katkıda bulunmaya hazırız. Bunu, Sayın Başbakana da ifade ettim. Olumlu tutumundan ve gösterdiği işbirliğinden dolayı kendisine teşekkür ediyorum.

Sayın Meclis Başkanımıza da, bu toplantıyı himayelerine almalarından ve hiçbir desteği esirgememiş olmalarından dolayı teşekkürlerimi ve saygılarımı sunmayı bir borç biliyorum ve sözlerimi, Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözleriyle bitiriyorum:

Tarih, hayal mahsulü olamaz. Tarih yazarken gerçekleri bulmaya çalışmalıyız. Eğer bunları bulamazsak, meçhuliyeti ve bu noktadaki bilgisizliğimizi itiraf etmekten çekinmeyelim. Biz, daima hakikati arayan ve buldukça, bulduğumuza inandıkça ifadeye cüret gösteren insanlarız.

Teşekkür ederim. (Alkışlar)

SUNUCU – Sayın konuklar, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Sayın Bülent Arınç’ı, açış konuşmalarını yapmak üzere kürsüye arz ederim.

Buyurun efendim. (Alkışlar)

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI BÜLENT ARINÇ – Sayın Genel Başkan, Sayın Başbakan Yardımcıları, çok değerli konuklar, milletvekili arkadaşlarım, değerli katılımcılar, hanımefendiler, beyefendiler; hepinizi sevgiyle selamlıyorum.

Bugün Türkiye Büyük Millet Meclisimizin bu eski Senato Salonunda önemli bir Konferans var. Biraz önce Sayın Genel Başkan Baykal, konu ve bu Konferansı takdim edecek kişi hakkında önemli bilgiler verdiler. Profesör Justin Mc Carthy, Cumhuriyet Halk Partisinin davetlisi olarak ülkemizde bulunuyor, bir dizi konferanslar veriyor, bazı toplantılara katılıyor, önemli bir bilim adamı olarak, saygın bir insan olarak gerçekten kendisine değer veriliyor ve görüşlerinden istifade ediliyor.

Bugün bizlere takdim edecekleri konu fevkalade önemli. Hepimizin duyarlılık gösterdiği bir konuda yetkin bir tarihçi ve bilim adamının görüşlerine ihtiyacımız var. Bu yüzden, kendilerini milletvekillerimizin bu konu üzerindeki düşüncelerini ortaya koymaları açısından soru-cevap kısmına da önem vermek suretiyle Meclisimizde bir konferans tertiplemeye karar verdik. Bunu önemli buluyorum; çünkü, milletimizin temsil yeri olan Meclisimiz, demokrasinin kalbi olan Meclisimiz, bu tür bilimsel toplantılara her zaman ev sahipliği yapmaktadır, yapmaya da devam edecektir. Ben de kendilerine hoş geldiniz diyorum ve Meclisimizin bu güzel salonunda kendilerini karşılamaktan büyük bir memnuniyet duyduğumu ifade ediyorum.

Bugünkü toplantımıza, Konferansa, sayın milletvekillerimizle birlikte pek çok ülkenin sayın büyükelçisi de katılıyor, şüphesiz sayın bakanlarımız, Başbakan Yardımcılarımız da katılıyor, değerli komutanlarımız katılıyorlar, yüksek yargı başkanları katılıyorlar, sivil toplum örgütleri katılıyorlar, gazetelerimizin ve televizyonlarımızın Ankara temsilcileri, başyazarları katılıyorlar. Her birerlerine hoş geldiniz diyorum, toplantımıza teşrif ettikleri için.

Değerli arkadaşlar, Profesör Justin Mc Carthy, nüfus bilim, demografi ve tarih araştırmaları dalında uzmandır. Amerika Birleşik Devletlerinde Louiswille Üniversitesinde profesör olarak görev yapıyor. Balkan Yarımadasının ve yakın doğunun halklarıyla ilgili ve yakın tarihle ilgili pek çok incelemesi ve yayınları var. Bu yayınlarından Türkçeye çevrilen bazı eserleri okuduğunuzu ümit ediyorum. Özellikle “Ölüm ve Sürgün” isimli eseri, Türkiye'de 3 baskı yaptı. Bunun orijinal ismi: “Osmanlı Müslümanlarına Karşı Yürütülen Ulus Olarak Temizleme” 1821 ile 1922 tarihleri arasındaki olayları anlatıyor.

Değerli arkadaşlar, bugün bize verecekleri konferans, ilan edildiği gibi, Ermeni iddiaları konusunda bilimsel olarak meseleye bakıştır. Bu konu üzerinde pek çok şey söylenmiştir, pek çok şey yazılmış da olabilir. 1915’in üzerinden 90 yıl geçti, 90 ıncı yıl münasebetiyle de, özellikle Ermenistan dışında yaşayan, Diaspora dediğimiz Ermeni topluluğunun gayretleriyle bu yılı daha büyük bir atakla geçiştirmek istiyorlar. Pek çok ülkenin meclislerinde, pek çok ülkenin belediye, yerel yönetimlerinde soykırım adıyla bunu kınayan, lanetleyen kararlar almaya çalışıyorlar. Bunda kısmen muvaffak olduklarını biliyoruz. Pek çok ülkenin parlamentosunda buna yönelik kararlar, maalesef alınmıştır. Bunlara karşı söylediğimiz sözler, savunma argümanlarımız bellidir; ancak, bunların çok yeterli olmadığını itiraf etmeliyim. Konuyu bilimsel açıdan, tarih açısından ele almak ve artık birkaç sözcükle savunmak yerine, kendi iddialarımızı ve hayatın gerçeklerini daha net, daha objektif olarak ortaya koymak mecburiyetindeyiz. Bu bir ulusal inisiyatifi gerektirir. Bu konuda çalışma yapan pek çok kuruluş vardır; aralarında ciddî bir koordinasyona ihtiyaç vardır. Bu konuda çalışma yaptığını bildiğimiz pek çok kuruluş vardır; ama, artık eski argümanları bırakıp yenisiyle ve kendi tezlerimizi açıkça ortaya koyacak bilimsel çalışmalarla ortaya çıkmak zamanıdır. Özellikle savaş yıllarında bir propaganda malzemesi olarak kullanılan bazı kitapların veya broşürlerin bugün bilimsel gerçeklikten uzak olduğunu ispat etmenin ve bu iddiaları ortaya koymanın zamanıdır.

Tehcirle ilgili olarak sebepleri ve sonuçlarının arşivliğe dayalı ortaya konulmasında ve soykırım iddiasıyla Türkiye'yi suçlayan ülkelerin meclislerine, biraz da kendilerine bakmalarını tavsiye ederek, tehcirin bir savaş şartları içerisinde ve ne büyük zorluklarla uygulanabildiğini 1915’li yıllarda milyonlarca insanın öldüğü savaş şartlarını bir kez daha değerlendirmelerini istemek durumundayız.

Biraz önce Sayın Baykal’ın ortaya koyduğu tezleri çok önemsiyorum. Bu konuda Parlamentomuzun yapması gerekenleri beraberce yapacağız. Halkımız bu beraberlikten fevkalade memnun olmuştur, bu davranışı büyük bir takdirle karşılamıştır.

Değerli dostlar, bir gözlemimi hatırlatarak sözlerime son vermek istiyorum. geçtiğimiz yıl, sanırım Haziran ayında Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Toplantısına katılmak için Strasbourg‘a gitmiştim. Genel Kurulda bir küçük konuşmam da olmuştu. Daha sonra Ermenistan Meclis Başkanı Bagtasaryan’nın bizimle mutlaka görüşmek istediğini söylediler, kendileriyle bizim ofisimizde bir görüşme yaptık. Daha sonra geçtiğimiz yıl kasım ayında dönem başkanlığını yürüttüğümüz Karadeniz Ekonomik İşbirliği Parlamenter Asamblesinin Antalya’daki toplantısında, yine Ermenistan delegasyonunun bizimle görüşmek istediğini ısrarla ifade ettiler. Muhtaryan isimli delegasyon başkanı ve 7-8 delegesiyle tekrar bir görüşme yaptık. Onlar, Türkiye'nin büyük bir devlet olduğunu, Türkiye ile Ermenistan arasında hem diplomatik ilişkilerin hem de buna dayalı diğer ilişkilerin mutlaka kurulması gerektiğini ifade ettiler; Bagtasaryan ve Muhtaryan. Biz de kendilerine 1991’de bağımsızlığını ilan eden Ermenistan’ı ilk tanıyan devlet olduğumuzu, insanî yardımlarda, ekonomik yardımlarda bulunduğumuzu, resmî yoldan olmasa bile özel uçak seferleriyle İstanbul’dan Erivan’a gidilebileceğini, sivil toplum örgütlerinin zaten gitmekte olduklarını; ama, diplomatik ilişki kurmak ve bunu geliştirmek arzu ediliyorsa, o zaman niçin hâlâ Gümrü Anlaşmasının tanınmadığını, Türkiye'nin toprak bütünlüğüne ve sınırlarına niye hâlâ sırt çevrildiğini, niye Türkiye'nin doğudaki bazı vilayetlerinin Ermenistan’ın batısı olarak gösterildiğini, Azerbaycan topraklarının niçin yüzde 20’den fazlasının hâlâ işgal altında olduğunu, Birleşmiş Milletlerin 4 tane kararına ve Minsk Grubunun çalışmalarına rağmen bu işgalden çekilmediklerini ve 1 milyondan fazla kaçkın ve göçkünün sefil ve perişan vaziyette niçin bu durumda tutulduklarını sordum.

Şunu gözlemledim -yanlış da olabilir- Ermenistan’ın yöneticileri -sadece temas ettiğim bu iki grup için söylüyorum- Ermenistan dışında bu işi götürenlerle aralarında tam bir beraberlik olmadığı gözleniyor. Bu açıdan, biz, şüphesiz tezlerimiz güçlüdür. Bu konuyu, yani soykırım iddiasını sürekli olarak götürmek isteyen ciddî bir mücadele yürütmeliyiz, tezlerimizi ortaya koymalıyız, bu yalanı yüzlerine vurmalıyız ki: Türk Milleti tarihinin hiçbir döneminde soykırım yapmamıştır, böyle bir şeni cinayet hiçbir zaman işlememiştir. Bütün bunları bugün şüphesiz bir başlangıç kabul edemeyiz, önemli bir bilim adamını dinleyeceğiz; ama, eksiklerimizi görmenin ve atılımda bulunmanın, ayaklarımızı sağlam yere basarak bunu götürmenin zamanının geldiğini görüyoruz.

Ben, Meclis Başkanı olarak, Başkanınız olarak, kendi tutanaklarımızın -gizli oturumlar da dahil olmak üzere- her zaman incelenebileceğini, her zaman bu tutanakların isteyene verilebileceğini huzurlarınızda ilan ediyorum.

Bir ikincisi de, kendi arşivlerimizi, bu konuyla ilgili diğer ülkelerin arşivlerinin de birlikte incelenmesi suretiyle, bir heyet, bir komisyon marifetiyle olayın gerçeğinin ortaya konulmasını, tez olarak her yerde süratle yerine getirmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Sizleri, değerli tarihçiyle, konuğumuzla baş başa bırakmak istiyorum.

Bir teşekkürüm de Sayın Baykal’adır. Böyle bir kişiyi, böyle bir şahsı Türkiye'ye davet etmişlerdir ve Parlamentomuzda, kendilerine bir konferans sunma imkânı verilmiştir.

Ben, bütün bu çabaların, hükümetimiz, Parlamentomuz, tüm milletvekillerimiz ve tüm Türk halkı tarafından elbirliğiyle yürütüleceğine ve başarıya ulaşacağımıza inanıyorum.

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum. (Alkışlar)

SUNUCU – Değerli konuklar, sizlere önemli bir konuyu hatırlatmak istiyorum. Prof. Dr. Sayın Justin Mc Carthy’nin konuşması esnasında, masalarınızın üzerinde duran soru kâğıtlarına, adınız ve soyadınızla birlikte sorularınızı yazabilir; kürsüye, görevli arkadaşlarımız aracılığıyla iletebilirsiniz.

Sayın konuklar, Prof. Dr. Sayın Justin Mc Carthy’nin konuşmasından önce, yazılı soru-cevap bölümünü yönetmek üzere, İstanbul Milletvekili Sayın Şükrü Elekdağ’ı kürsüye davet ediyorum.

Buyurun efendim.

Değerli konuklar, şimdi de Prof. Dr. Sayın Justin Mc Carthy’yi konuşmasını yapmak ve ardından sorularınızı cevaplandırmak üzere, kürsüye davet ediyorum.

Buyurun efendim. (Alkışlar)

PROF. DR. JUSTİN MC CARTHY - Çok teşekkürler bu güzel tanıtıcı sözlerinizden dolayı.

Sayın Başkan Arınç, Sayın Başkan Baykal, Sayın Devlet Bakanı Şahin, Sayın Dışişleri Bakanı Gül, Sayın Devlet Bakanı Aydın, Sayın Adalet Bakanı Çiçek ve Sayın Millî Savunma Bakanı Gönül, sayın parlamenterler, meslektaşlarım, dostlarım.

Aslında, Türkler ile Ermeniler arasındaki ihtilafın kaçınılmaz olduğu söylenemez. Aslında, iki halkın dost olması gerekirdi. Birinci Dünya Savaşı başladığında, Ermeniler ve Türkler, 800 yıldan beri bir arada yaşıyorlardı. Anadolu ve Avrupa Ermenileri, 400 yıldan beri Osmanlı tebasıydılar. Tabiî ki, bu yüzyıllar boyunca sorunlar vardı; ama, bu sorunların sebepleri Osmanlı İmparatorluğuna saldıranlar ve neticede bu İmparatorluğu yıkanlardı. Tabiî ki, İmparatorluk bunlardan çok zarardide oldu; fakat, en fazla Türkler ve Müslümanlar zarardide oldular. Ekonomik ve sosyal standartlar dikkate alındığında, Ermenilerin Osmanlı hükümranlığı zamanında son derece olumlu bir hayatları oldu. 19 uncu Yüzyılın sonuna gelindiğinde, Ermeniler Müslümanlardan çok daha eğitilmiş ve zengindi. Ermeniler, çok ağır çalışırlardı, doğrudur; ama, yine de Avrupalılar ve Amerikalıların da etkileri yadısınamaz.

Avrupalı tacirler, Osmanlı Hıristiyanlarını mümessil olarak kullanırlar ve tabiî ki, onlara eğitim imkânları sağlarlardı ve ayrıca, Amerikalıların Türklere değil, Ermenilere sağladığı özel eğitim imkânları da vardı. Ermeniler bu durumda yaşarken, Müslümanlar, modern tarihte rastlanan en büyük acıları yaşıyorlardı. 19 Yüzyıl ve 20 nci Yüzyılın ilk dönemlerinde Boşnaklar Sırplar tarafından katliama uğradılar. Ruslar, Çerkezleri öldürdüler ve yurtlarından ettiler. Aynı şey Abhazlar, Lazlar için geçerli oldu. Aynı zamanda, Türklere karşı Rusların, Bulgarların, Yunanların ve Sırpların saldırıları da devam etti. Bütün bu Müslüman acıları sırasında, Osmanlı Ermenilerinin durumu iyileşmeye devam etti. Eşit haklar Hıristiyanlara ve Yahudilere tanınmıştı. Yasa önünde ve gerçekte eşit vatandaşlardı. Hıristiyanlar hükümette görev aldılar, büyükelçi oldular, hazineden sorumlu oldular, hatta dışişleri bakanlığı görevine bile getirildiler. Çoğu açıdan bakıldığında, Hıristiyanların hakları Müslümanlardan daha fazla idi; çünkü, devlette daha güçlüydüler. Avrupalılar, Hıristiyanlar içinde özel muamele talep ediyorlardı ve bunu da alıyorlardı. Müslümanların böyle avantajları yoktu.

İşte, Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğuna karşı ayaklandığı ortam buydu. Yüzyıllar boyunca devam eden barış, ekonomik üstünlük, sürekli iyileşen siyasî koşullar, aslında bütün bunlar ayaklanma için bir neden olamazdı; ancak, 19 uncu Yüzyıl, bir Ermeni ayaklanmasının başını vurguladı ve daha sonra, her iki taraf için de felaketle sonuçlanacak sonuca kadar gitti.

Peki, Ermenileri Türklere karşı kışkırtan şey neydi? Her şeyden önce, Ruslardı. Hıristiyanların ve Müslümanların birlikte barış içinde yaşadıkları dönemler, Rusların Kafkasların, Müslüman topraklarını işgaline kadar devam etti. Ermenilerin çoğu, bu olayda tarafsız kaldılar; ama, bazıları da Rusların yanında yer aldı. Ermeniler casusluk yaptılar Rus askerleri için. Ruslar, Erivan’ı ele geçirdiler 1828 yılında ve Türkleri buradan sınırdışı ettiler, Türk topraklarını vergisiz olarak Ermenilere verdiler. Ruslar biliyorlardı ki, eğer Türkler bu topraklarda kalacak olurlarsa, daima işgal kuvvetlerine karşı düşman olacaklardı. Onun için, onların, bir dost halka, Ermenilere ihtiyacı vardı.

Müslümanların ilk zorunlu sürgünü Birinci Dünya Savaşının ilk günlerine kadar devam etti. 300 000 Kırım Tatarı 1,2 milyon Çerkez ve Abhaz, 40 000 Laz, 70 000 Türk. Ruslar Anadolu’yu 1877-1878 savaşı sırasında işgal etmişlerdi ve bir kez daha, Ermeniler Rusların tarafına geçtiler, rehberlik yaptılar, casusluk yaptılar ve Ermeniler, işgal altındaki topraklarda polis gücü görevini üstlendiler ve Türk Halka eziyet ettiler. 1878 Barış Anlaşması sonucunda, Kuzeydoğu Anadolu yeniden Osmanlılara verildi ve Ermenilerin çoğu Ruslarla kaçtılar; çünkü, Türklerin intikam alacağından korkuyorlardı. Halbuki, Türkler intikam filan almadılar.

Hem Müslümanlar hem de Ermeniler, bu Rus işgallerini gayet iyi hatırlarlar. Ermeniler, tabiî ki, Rusların galibiyetlerinden daha fazla yarar görecekti, serbest ve ücretsiz topraklara kavuşacaklardı, Müslümanlardan çalınmış olsa bile. Osmanlı Ermenilerinin ayaklanması, tabiî ki, Rusya’nın koruması altında gerçekleşti. Ruslar, onlara hem insan yönünden hem de silah yönünden takviyede bulundular. Müslümanlar biliyorlardı, Ruslar Ermenilerin koruyucu meleğiydi. Buna karşılık, onlar, Müslümanlar için Moskof olarak, iblis olarak görülüyorlardı ve Ermeniler, görüyorlardı ki, mutlaka Rusların galip gelmesi gerekliydi. İşte, bütün bu olaylar sonucunda, 800 yıllık barışçıl birlikte yaşam sona ermiş oldu.

Rus Ermeniler Doğu Anadolu’ya milliyetçi ideolojiyi getirdikten sonradır ki, Ermeni ayaklanması Osmanlı Devletine karşı gerçek bir tehdit altına geldi. Tabiî ki, başkaları vardı Ermeni ayaklanmasına yol açan; Hınçak Devrimci Partisi, Hınçaklar olarak bilinenler, Cenevre’de, İsviçre’de 1887’de kurulmuşlardı ve bunlar, Rus Ermeniler tarafından kurulmuştu. İkinci grup ise, Ermeni Devrimci Federasyonu, yani Taşnaklardı. Bu da Tiflis’te, 1890’da kurulmuştu, her ikisi de Marksistti ve yöntemleri şiddete dayanıyordu. Hınçak ve Taşnak parti manifestolarında Osmanlı İmparatorluğuna karşı silahlı bir ayaklanma öngörülmekteydi ve her iki grup, milliyetçi olmakla birlikte, aynı felsefeyi paylaşıyorlardı. Bu nedenle de, Bulgaristan, Makedonya ve Yunanistan’daki milliyetçi ihtilalcilerden farklıydılar. Yunanistan ve Bulgar devrimcilerinin aksine olarak, Ermenilerin demografik bir sorunu vardı. Yunanistan’da nüfusun çoğunluğu Yunanlıydı, Bulgaristan’da da nüfusun çoğunluğu Bulgardı. Buna karşılık, Ermenilerin ayaklandığı bölgelerde Ermeniler küçük bir azınlıktı. Osmanlı Ermenilerinin yaşadığı yer olarak bilinen bölgeler, yani 6 vilayette, Sivas, Mamüratülaziz, yani bugünkü Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van, Erzurum’da Ermeni nüfusu sadece yüzde 17’lik bir paya sahipti, yüzde 78 nüfus Müslümandı ve bu nedenle, orada yaşayan Müslümanları mutlaka oradan sürmeleri gerekiyordu. Bu ihtilalcilerin niyetlerinden şüphesi olanlar, oradaki olaylara bakmakla yetinebilirler. Van İli Valisinin katliamı, özellikle de II. Abdülhamit’e karşı suikast girişimi, polis şeflerinin öldürülmesi, bütün bunlar, Osmanlı Devletine karşı açılmış bir savaştı.

1890’lar başladığında, Rus-Ermeni ihtilalcileri Osmanlı İmparatorluğuna sızmaya başladılar, silah, mühimmat, dinamit sızdırdılar. Van, Erzurum, Bitlis gibi iyi savunulmayan bölgeleri… Şu haritada gördüğünüz yerlerdir buraları. Osmanlılar, bunlara karşı mücadele edemedi; çünkü, malî sorunlar yaşıyorlardı. Osmanlılar, 1877-1878 Savaşının feci kayıplarının, yıkımı altındaydı, kapitülasyonların yükünü taşıyorlardı ve Osmanlılar iyi ekonomist değildi. Bunun sonucunda, bu ihtilalcilerle mücadele etmek için gerekli olan yeni polis ve askerî birlikleri destekleyecek para yoktu, Kürt boylarını kontrol edecek de imkân yoktu. Bu nedenle, askerlere ve jandarmalara yeterli kaynak aktarılamıyordu.

En başarılı ihtilalciler Taşnaklardı,. Rusya’dan gelen Taşnaklar, ihtilal liderleriydi. Onlar, Anadolu Ermenilerini ihtilalci askerlere dönüştürdüler. Bu, aslında kolay olmadı; çünkü, işin başında, Osmanlı Ermenilerinin ayaklanma gibi bir niyetleri yoktu. Onlar, barış ve güveni tercih ediyorlardı ve o dinsiz, sosyalist ihtilalcileri hiç tasvip etmiyorlardı ve onların bir üstünlükleri vardı; ama, neticede, terörizm, doğunun Ermenilerini devlete karşı çevirdi. Ermenilerin hükümete karşı gelmelerinin en önemli nedeni korku oldu. Ermeniler, ihtilalciye dönüştürülmeden önce, evvela onların geleneksel olarak cemaatlerine ve kiliselerine olan sadakatinin yıkılması gerekiyordu. Bu nedenle, ihtilalciler, en büyük tehdidin kiliseden geleceğini düşündüler. Taşnak Partisi, her şeyden önce kiliseyi kontrolü altına aldı ve din adamlarının çoğu, ateist Taşnakları desteklemiyordu. Bu nedenle, şiddete başvuruldu. Ne yaptı Taşnaklar; din adamları öldürüldü köylerinde, kentlerinde. Suçları neydi; Osmanlıya karşı sadık olmak. Ermeni Piskoposu Gogos Van’da öldürüldü. Yine, onun da suçu Osmanlıya sadakat idi. Taşnaklar, İstanbul’daki Ermeni Piskoposu Malakya Ormanyan’ı öldürdüler. Neden; çünkü, o da ihtilalcilere karşıydı. Van’daki Akdamar Kilisesinin din adamı olan Ahsen de Ermeniler tarafından öldürüldü. O da, Osmanlı yanlısı olmakla suçlanıyordu; ama, en önemlisi, Taşnaklar, Ermeni eğitim sistemini ele geçirmeye çalışıyorlardı. Arman Manukyan adlı hiçbir dinî inancı olmayan bir kişi, Ermeni dinî lideri olarak bölgede kabul edildi. Aslında, onun en ufak bir dinî kimliği yoktu; amacı devrimi yaymaktı; çünkü, devrimcilerin sadakati kiliselerine bile değil, sadece ve sadece devrimlerineydi.

İhtilalcilere diğer bir tehdit Ermeni tacir sınıfıydı; çünkü, onlar hükümeti destekliyorlardı, barış ve asayiş yanlısıydılar, iş yapmak istiyorlardı. Ermeni cemaatinin gerçek, laik liderleriydi ve onların da susturulması gerekiyordu. Hükümeti destekleyenler, örneğin Van Belediye Başkanı Bedros Kapamacıyan ve Gevaş Kaymakamı Armarak öldürüldü. Bununla birlikte, Ermeniler, Ermeni polis şefleri ve hükümetin Ermeni danışmanları öldürüldü. Ancak, çok çok cesur olan Ermeniler hükümeti desteklemeye devam ettiler. Taşnak tacirleri aynı zamanda para kaynağı olarak da görüyorlardı. Tacirler, tabiî ki, gönüllü olarak para vermediler; ama, haraca başvuruldu ve ilk haraçlar 1895’te Erzurum’da ortaya çıktı. Bu kampanya 1901’de ciddîyete kavuştu ve bundan sonra haraçtan elde edilen fonlar Taşnak Partisinin resmî politikası haline geldi. Bu kampanya hem Rusya’da hem Balkanlarda hem de Osmanlı İmparatorluğunda yürütüldü. En önemli Ermeni tacirlerinden biri olan İshak Zamharyan haraç vermeyi reddetti ve Taşnakları polise şikâyet etti; Ermeni kilisesinde öldürülerek cezalandırıldı, diğerleri de, tabiî para vermeyenler, haraç vermeyenler öldürüldü. Ondan sonra tacirler de haraç vermeye başladılar. 1902’den 1904’e kadar olan dönemde bu haraç kampanyasından sağlanan para 8 milyon doları aşmıştı. Bu kadar kısa bir zamanda Taşnak komitesi muazzam bir gelire sahip olmuştu. Bu, Osmanlı İmparatorluğunda 1895-1914 yılları arasında alınan gelirlerin çok çok üstündeydi. Tabiî ki, tacirler, hükümete de vergi ödeyemez hale gelmişlerdi. Hükümet onların peşine düştüğünde diyorlardı ki, biz vergimizi ödedik; ama, ihtilalcilere. Sadece hükümet, bizi, eğer ihtilalcilere karşı korursa, biz, devlete vergimizi ödeyebiliriz diyorlardı. Ama, bunların durumu da Doğu Anadolu’da, İzmir’de Kilikya’da kötüleşmeye devam etti.

Ermeni halkı hiçbir şekilde haraçtan kurtulamadı. Zorunlu olarak ihtilalcileri beslemek ve onlara yardım, yataklık etmek zorundaydılar. Bu nedenle, İngiliz Konsolosu Elliot’un belirttiğine göre, bu devrimciler, Taşnaklar, Hıristiyan köylerinde en iyi koşullarda yaşıyorlardı; genç kadınları kendilerine alıyorlardı ve kendilerine karşı gelenleri de soğukkanlılıkla öldürüyorlardı. Bu durumda köylüler, isteseler de istemeseler de asi askerlere dönüştürüldüler; çünkü, eğer, Türklere karşı savaşacaklarsa bir yandan da silaha ihtiyaçları vardı. Devrimciler onlara Rusya’dan silah taşıdı.

Yine, İngiliz Konsolosu Seal bunları şöyle anlatıyor: Bir ajan belli bir köye geldiğinde köylülere mavzer silahları almalarını önerir. Köylü der ki, param yok, alamam. O zaman, öküzünü sat der ajan. O zaman, ne yapayım, hasat yaklaşıyor; ben neyle hasadımı yapayım dediğinde, ajan, çeker, köylünün öküzünü vurur, ondan sonra da çeker gider. İşte, asilerin ilk olarak silah almaya köylüyü zorladıklarında askerî bir örgüt gibi bir niyetleri yoktu. Köylülerden iki misli para alıyorlardı. 50 paundluk bir silahı 10 paunda satıyorlardı ve dolayısıyla onlar da bu satışlardan kâr ediyorlardı. Bundan en fazla zarar görenler köylüler oldu. İsyancıların, devrimcilerin en temel politikası Ermenilerin yaşamlarının sömürülmesiydi. Kürt boyları bile onların köylerinin, tabiî ki masum Ermeni köylerine onlar çekildikleri takdirde saldıracaklarını biliyorlardı. İhtilalciler kaçıyorlar ve Ermenileri ölüme bırakıyorlardı. Avrupalılar bile Ermenilerin dostu olarak bütün bu olayları gayet güzel görebiliyorlardı. Konsolonsy 1917’de şöyle yazmıştı: Ülkeyi gezdim, gördüm ve Taşnak komitesinin etkisini, özellikle Türkiye’nin bu bölümünde gözlerimle gördüm. Gözardı etmek mümkün değil, Ermeni siyasî örgütünün olmadığı yerlerde ve bunların gelişmemiş olduğu yerlerde Ermeniler büyük bir uyum halinde Türkler ve Kürtlerle yaşıyor.

İngiliz diplomat, doğudaki huzursuzluğun esas nedeninin Ermeni isyancılar olduğunu haklı olarak görmüştü. Taşnaklar olmasaydı Türkler ve Ermeniler barış içinde yaşayacaklardı. Osmanlı hükümeti de bunun böyle olduğunu biliyordu. Peki Osmanlılar neden buna tahammül ettiler, neden bu isyancıların üstüne gitmediler. Osmanlının bu tepki göstermemesini anlamak mümkün değil; çünkü, düşünün bir ülke, yabancı bir ülkeden isyancılar geliyor, kendi ülkelerinde isyan örgütlüyor, yabancı ülkeden silah ve mühimmatı taşıyor ve hükümete, halka karşı ayaklanma örgütlüyor. Bu radikal güçler açıkça söylüyorlar ki, halkın çoğunluğu iktidara gelmeyecek, insanları öldürüyorlar, terörize ediyorlar, davalarına katılmaya zorluyorlar, hükümet yetkililerini katlediyorlar, kasten katlediyorlar, çoğunluğun mensuplarını öldürüyorlar. Bilinçli olarak yapıyorlar bunları; binlerce silahı yığıyorlar, isyan olduğunda kullanılsın diye. İsyana kalkışıyorlar, sindiriliyorlar, bir daha isyan ediyorlar ve dolayısıyla, bütün bunlardan en iyi yararlanan geldikleri ülke; bütün bunları örgütleyen üstlerinin bulunduğu ülke. Hangi ülke bunu tolore eder, hangi ülke bu gibi isyancıları hapse atmaz, hatta asmaz, hangi ülke bunların böyle serbestçe hareket etmesine izin verir; ama, Osmanlı İmparatorluğu, işte buna izin verdi...

Osmanlı İmparatorluğunda Ermeni isyancılar açıkça hareket edebiliyorlardı, binlerce silahı depoluyorlardı, Müslüman ve Ermenileri öldürüyorlardı, katlediliyorlardı, yetkilileri öldürüyorlardı ve bu eylemlerden tek yararlanan vardı o da Rusya; yani, örgütlendikleri, liderlerinin geldiği ülke olan Rusya. Peki, nasıl oldu da bu mümkün oldu; Osmanlılar korkak değildiler, Osmanlılar aptal da değil di, isyancıların ne yaptığını gayet iyi biliyorlardı. Osmanlılar, Ermeni isyancılara tahammül gösterdiler; çünkü, başka çareleri yoktu.

Şunu hatırlamamız gerekir ki, Osmanlı İmparatorluğunun mevcudiyeti tehdit altındaydı, Sırbistan, Bosna, Romanya, Yunanistan ve Bulgaristan Avrupalıların müdahaleleri nedeniyle zaten kaybedilmişti. Avrupalılar, Osmanlı İmparatorluğunu 1878’de bölmeye karar vermişlerdi ve 1890’da bunu, bu planı yürürlüğe koydular. Sadece Rusya’dan korkuyordu Avrupalılar. İşte, Ermeni isyancıları da bunu istiyorlardı. Osmanlıların Ermeni isyancılarını hapse atmalarını ve idam etmelerini bekliyorlardı. Bu durumda Avrupa’daki gazeteciler masum Ermenilerin öldürüldüğü haberlerini yayacaklar ve Ermenilerin siyasî özgürlüğünün olmadığını yazacaklardı. Müslümanların Ermeni provakasyonuna ve saldırılarına Ermenileri öldürerek tepki vermesini istiyorlardı. Avrupa gazeteleri ölen Müslümanları değil, ölen Ermenileri haber yapacaktı ve bu nedenle, kamuoyu bu şekilde İngiliz ve Fransızların Rusya’yla işbirliği yaparak imparatorluğu çökertmesine imkân sağlanacaktı.

Avrupa’daki pek çok politikacı, Blakston gibi kişiler bile Türklere karşı önyargılıydılar. Bunun sonucunda, Osmanlıların doğru olarak girişimde bulunup isyancıları bastırmaları neredeyse mümkün değildi. Avrupalılar, Osmanlılardan belli eylemlerini ihtilalcilerin tolore etmelerini bekliyorlardı, kendileri olsa bunu yapmazlardı. Taşnaklar Osmanlı Bankasına girdiklerinde Avrupalılar bunların serbest bırakılmasını sağladılar, aynı şey Sultan Abdülhamit’e karşı suikast girişiminde oldu. Pek çok isyancı mahkeme tarafından serbest bırakıldı; çünkü, Avrupalılar bunları bekliyordu ve onların affedilmesini istiyorlardı; hatta, bu isyancıları ve katilleri serbest bırakmadıkları takdirde Sultanı bile tehdit edecek durumdaydı Avrupalılar. Bir Rus konsolosu, Van’da resmen Ermeni isyancıları açık seçik askerî eğitime tabi tutmuştu. Bu durumda Osmanlıların yapacak hiçbir şeyi yoktu. Osmanlılara burada acıyabiliriz sadece; çünkü, biliyorlardı, eğer iktidarları yeterli olsaydı ve bunu yapmış olsalardı bunun sonucunda devletleri sona erecekti.

Osmanlıların hem doğuda hem de Birinci Dünya Savaşında savaşı kaybetmelerinin iki nedeni vardı. Bir tanesi, Enver Paşanın Sarıkamış’taki o feci saldırısıydı. Enver Paşanın Aralık 1914’teki saldırısı her açıdan felaketti, orada 95 000 Türk birliğinden 75 000’i öldü. İkinci faktör ise, Ermeni ayaklanmasıydı, ki, bizim asıl konumuz bu ikincisi.

Birinci Dünya Savaşı tehditleri ortaya çıktığında ve Osmanlı ordusu seferberliğe girdiğinde Ermenilerin aslında askere yazılmaları gerekiyordu. Osmanlı ordusu, Hopa, Erzurum, Hınıs, Van bölgesinden hiçbir Ermeninin çağrıya cevap vererek askere katılmadığını gördü ve katılanlar da daha sonra firar ettiler. İşte, bu firariler bölgesinde yer alan Ermeni gençleri eğer Osmanlı ordusuna katılmış olsalar idi 50 000 ilave birlik demek olacak ve belki de Sarıkamış’taki yenilgi olmayacaktı.

Hopa, Erzurum, Hınıs, Van Ermenileri hiçbir şekilde savaşmadılar. Halbuki, onlar çeteler kurdular, eşkıya çeteleri kurdular, aynı zamanda Kilikya’nın isyancıları da orduya katılmadılar. Yunan adalarına, Mısır’a, Kıbrıs’a kaçan Ermeniler de orduya katılmadılar. Bu Ermeniler aslında bir orduya katıldılar; ama, o ordu Osmanlıların düşmanı olan orduydu. Kendi topraklarını savunmadılar, kendi topraklarına saldırdılar.

Doğu Anadolu’da Ermeniler, çeteler kurarak hükümetlerine karşı gerilla savaşı başlattılar; diğerleri Rus ordusuyla geri dönmek üzere kaçtılar ve Rus işgal güçlerinde birlikler oluşturdular. İşte, bunlar Osmanlıya karşı ve Müslüman halka karşı en büyük tehdidi oluşturdular. Çoğu zaman denilmiştir ki Ermeni milliyetçiler tarafından, Osmanlının tehcir emrinin asıl nedeni Ermeni ayaklanması değildi. Onlar bilmiyorlar, bu Tehcir Yasası Mayıs 1915’te kabul edildi. O tarihte Ermeniler Van Kentini ele geçirdiler. Bu mantığa göre, Osmanlıların tehcire bundan önce başlamış olması gerekirdi; yani, Ermeni ayaklanması tehcirin bir nedeni olamaz. Gerçekten de Osmanlı, bu tehcir imkânını Mayıs 1915’ten önce düşünmeye başlamıştı; ama, doğru olmayan şey şu: Mayıs 1915’in Ermeni isyanının başlangıç tarihi olması. Bu isyan çok daha önceden başlamıştı. Avrupalı gözlemciler gayet iyi biliyorlar ki, 1914 öncesinde Ermeniler Ruslara katılacaktı savaş durumunda. 1908’de İngiliz Konsolosu Dickson şöyle yazmıştı: Ermeni ihtilalcileri Van ve Salmas’ta, yani İran’da savaş halinde Ruslarla birlikte Türkiye’ye karşı savaşacaklarını söylemektedirler. Ruslar tarafından yardım edilmeseler onlar 3 500 kişilik bir orduyu bir araya getirebilirler. İngiliz diplomatik kaynakları 1913’te savaş hazırlıkları olduğunu bildirmişti. Ermeni ihtilalci grupları bir araya gelerek Osmanlıya karşı çabalarını koordine ettiğini bildiriyordu; ayrıca, Ermenilerin Rus makamlarla toplantı yaptıklarını bile söylüyorlardı. Taşnak lideri Ramyan Tiflis’e giderek Rus makamlarıyla görüşmüştü. İngilizler, aynı zamanda Ermenilerin artık her türlü sadakat görüntüsünden de vazgeçtiğini belirtmiştir ve bugün Ermeni vilayetlerinin Rusya tarafından işgalini olumlu karşıladıklarını da söylemektedirler demiştir.

Taşnak liderleri bile, Taşnakların, Rusların müttefiki olduğunu söylemektedirler Taşnak Kacasuni. Ermeni Cumhuriyeti Başbakanı olan kişi, Partisinin Rusya’yla ittifaka gireceğini savaş öncesinde planladığını belirtmiştir.

1910’dan bu yana, istilacılar, Doğu Anadolu’da el kitapçıkları yayıyorlardı, Ermeni köylerine nasıl saldırılacak, nasıl Müslüman köylere saldırı düzenlenecek, gerilla savaşı nasıl yapılacak.

Savaştan önce Osmanlı askeri istihbaratı, Taşnak planlarını ele geçirmişti. Bunların, önce Osmanlı Devletine sadakatini ilan edeceklerini ama ondan sonra da Rus ordusuna katılacaklarını biliyorlardı.

Ermeniler, Osmanlıların mağlubiyeti halinde hiç bir şey yapmayacaklarını biliyorlardı ve Osmanlılar, geri çekilmeye başladıklarında, Ermenilerin de Ruslarla birlikte onlara saldıracaklarını biliyorlardı. Aynen de böyle oldu zaten, bu istihbarat doğruydu. Ruslar, Taşnaklara 2,4 milyon Ruble vererek, onları Osmanlı Ermenilerine karşı silahlandırdı. Aynı zamanda 1914 Eylülünde Kafkaslar ve İran’daki Ermenilere de silah vermeye başladılar. Yani, zorunlu göç başlamadan önce, Ermeni saldırıları Osmanlı askerlerine karşı başlamıştı ve kaçaklar da, firari çeteleri kurmuşlardı.

Bunlar, askere almak için gelen memurlara, vergi tahsildarlarına, jandarma karakollarına ve bu yollarlardaki Müslümanlara saldırdılar. Aralık ayı geldiğinde, Van Vilayetinde genel bir ayaklanma gerçekleşmişti. Yollar ve telgraf telleri kesildi, jandarma karakollarına saldırıldı, Müslüman köyleri yakıldı ve köylüler öldürüldü. Bu isyan kısa süre içinde yayıldı. Aralık ayında Kotur Geçidi yakınlarında Osmanlılar İran’dan gelecek olan Rusya işgaline karşı savunma yaparken, büyük bir Ermeni silahlı grubu Osmanlı ordusunda 400 Osmanlı askerinin ölmesiyle sonuçlanan bir saldırı gerçekleştirdi ve ordunun Saraya çekilmesine sebep oldu.

Bu saldırılar yalnızca Van’da gerçekleşmedi; Erzurum Valisi Tahsin yazdığı mektupta, Ermeni saldırılarını bastıramadığını ve bu vilayette artık askerlerin tutulamadığını ve cepheden geri gönderilmeleri gerektiğini bildirmişti.

Şubat ayı geldiğinde saldırı haberleri bütün doğudan gelmeye başlamıştı. Muş yakınlarında 2 saatlik bir saldırı, Abak yakınlarında 8 saatlik bir saldırı gerçekleşti, 1000 Ermeni Timar yakınlarında bir saldırı gerçekleştirmiş ve Sivas, Erzurum, Adana, Diyarbakır, Bitlis ve Van Vilayetlerinde Ermeni çeteleri baskınlar yapmıştı. Telgraf telleri, Osmanlı şehirleri ile Batı’yı birbirine bağlayan telgraf telleri kesilmiş, tamir edilmiş, ondan sonra tekrar kesilmişti. İkmal konvoylarına saldırılıyor, aynı zamanda yaralı askerlerin nakledildiği konvoylar da saldırıya uğruyordu. Jandarma ve asker birlikleri, telgraf tellerini tamir etmek ya da ikmal konvoylarına destek vermek için gönderildiklerinde bunlar da saldırıya uğruyorlardı.

Bu sorunun ne kadar büyük olduğunu göstermek için şunu söylemek yeterli: Nisan ortalarında büyük bir jandarma bölüğü Hakkari’den Çatak’a doğru gönderildi. Buradaki isyanı bastıracaklardı. Fakat, bu bölük Ermeni savunmasını aşarak bu görevi yerine getiremedi.

Çok dikkatli yapılan hazırlıklardan sonra, Ermeniler, Van Vilayetinde bir ayaklanma gerçekleştirdiler. 20 Nisanda çok iyi silahlanmış Ermeni birlikleri, çoğu asker üniforması giymişti, şehrin yönetimini ele geçirdi ve Osmanlı güçlerini kaleye sıkıştırdı. Sonunda isyancılar kentin büyük kısmını yaktılar, binaları yaktılar; fakat, Osmanlıların kalede kullandıkları toplardan iki tanesi kalmıştı. Erzurum ve İran cephelerinden buraya birlik gönderildi; fakat, Van’ı kurtaramadılar.

Ruslar ve Ermeniler kuzeyden ve güneybatıdan saldırıya geçmişti. 17 Mayısta Osmanlılar kaleyi boşaltmak zorunda kaldılar. Askerler ve siviller Van Gölü çevresinde mücadeleye devam ettiler. Bazıları Van’a gemi ile açıldı; fakat bunlardan yarısı isyancılar tarafından öldürüldü ve Van’daki Müslümanlardan bir kısmı bir süre hayatta kalmayı başardı. Amerikalı misyonerler bunların bakımını üstlenmişti; ancak, kaçamayanların çoğu öldürüldü. Köylüler evlerinde öldürüldüler ya da çevre alanlarda toplanarak Zeve’deki büyük katliama gönderildiler.

Müslüman ve Ermenilerin ne kadar acı çektiğini çok iyi biliyoruz. Bu gerçekten kanlı bir savaştı. İki halk arasında önemli sayılarda ölümle sonuçlanan bir savaş tarzından söz ediyoruz.

Osmanlılar, Doğuda kontrolü ele geçirdikten sonra Ermeni nüfusu Rusya’ya kaçtı. Burada, açlık çekerek hastalıklar sebebiyle ölenler oldu. Rusya, Van ve Bitlis vilayetlerini tekrar ele geçirdikten sonra Ermenilerin dönmesine izin vermediler ve bunların kuzeyde açlıktan ölmesine göz yumdular. Rusyalılar, bu toprakları kendilerine tutmak istiyorlardı.

Ayrıca, buralarda kalan Ermeniler, Erzurum Vilayetinde Müslümanları önemli ölçüde katliama uğrattı savaşın sonunda.

Burada ben tarihi yeniden anlatmak istemiyorum. Osmanlıların Ermenileri düşman olarak görmekte haklı olduğunu söylemek istiyorum. Buradaki haritada, Ermeni isyancıların gerçekten Rusya’nın ajanı olduğunu görmek mümkün. Osmanlı ve doğu bölgelerinde bulunan Ermeniler, aslında özellikle Ruslar açısından önemli bölgelerde isyan gerçekleştirdiler. Van Şehrinde gerçekleştirilen isyan, gerçekten çok önemli bir isyandı. İsyanın gerçekleştiği diğer bölgelere baktığımızda, Erzurum Vilayetinde mesela, Osmanlı ordusunun ikmal ve iletişim yolları kesilmiş oldu. Ayaklanma, Rusların geçiş yolları üzerinde gerçekleşmişti ve Ermeniler, Saray ve Başkale bölgelerinde ayaklandılar. Bunlar, Rusya için en önemli iki geçiş bölgesiydi. Ermeniler, Çatak yakınındaki bölgede isyan ettiler, bu da Osmanlıların İran cephesinden buraya birlik getirmesi için gerekli olan geçitlerin üzerindeydi, Osmanlının çekilme yolları üzerinde de bulunmaktaydı.

Ermeniler, Sivas Vilayetinde ve Şebinkarahisar’da da önemli ayaklanmalar gerçekleştirdiler. Bu tuhaf bir yer gibi görülebilir; çünkü, Ermeniler burada Müslüman nüfusa göre ancak 10’a 1 oranında bulunmaktaydı. Fakat, Sivas taktik açısından önemli bir bölgeydi, demiryolu üzerindeydi, Batı’ya giden demiryollarını tutmaktaydı ve özellikle Osmanlı ikmal hatlarına karşı gerilla saldırısı düzenlemek için son derece iyi bir bölgeydi burası.

Ermeniler, Kilikya’da da ayaklanma yaptılar, ki, burası, İngilizlerin güneye giden demiryollarını kesmek için gerçekleştirebileceği bir işgalin olmasının düşünüldüğü bir bölgeydi.

İngilizlerin Gelibolu’da gerçekleştirdiği işgal, Kilikya’dakinin yerine gerçekleşti. Tabiî ki, belki Kilikya’da bu işgali gerçekleştirselerdi daha başarılı olacaklardı.

Bütün bu bölgeler aslında askeri planlama açısından çok önemliydi ve Osmanlının savaş çabalarına en fazla zarar verebilecek bölgelerdi.

Bu, tabiî ki bir tesadüf değil, ayaklanmaların burada gerçekleşmesinin bir sebebi var. Bu ayaklanmalar, Osmanlı ordusu için büyük bir felaket anlamına geliyordu ve Osmanlılar burada Ermeni isyancılarla savaşabilmek için cepheden asker çekmek zorunda kaldılar. Eğer bu birlikleri isyancılarla değil Ruslarla savaşmak üzere cepheye gönderebilselerdi, savaşın sonucu çok farklı olabilirdi.

Hiç yorum yok:

Göktürk devleti makale

Göktürk devleti makale Göktürk Devleti, Orta Asya'da kurulan Türklerin ilk devletidir. Devletin kuruluşu, Orhun Anıtları'nda kayded...